guldalicoskun @ hotmail.com
 

Nasılsa burnumun ucu, miting saatine yakın giderim diye düşünmüştüm. Dışarı çıktığımda özel araç trafiği neredeyse hiç yoktu. Uzun bayram tatillerinin İstanbul'undaydım sanki.

Metro istasyonuna girince, hınca hınç insan seliyle karşılaştım. Bayrak tişörtlü kadınlar, erkekler; yaşlı, genç, çoluk çocuk, herkes meydana gitmek için metro bekliyordu. Ancak, her gelen metro tıka basa doluydu ve zar zor binenler de kapılar kapanmadığından inmek zorunda kalıyordu.

Sık sık Yenikapı'daki yoğunluk yüzünden, metro hizmetinde aksamalar olduğuna dair anons yapılıyordu. Altı ya da yedinci metroya da binemeyeceğimi anlayınca, pes ettim ve geri döndüm. Benim gibi birçok kişiyle birlikte, konuşmacıları en yakındaki kafelerden izledik.

Haberleştiğim bazı arkadaşlar da alana birkaç kilometre uzaktaydılar ve zor ilerlediklerini söylediler. Asıl ilginç olan, karşıdan gelen vapurların sahile yanaşamaması yüzünden, denizden mitinge eşlik edilmesiydi.

Muhteşem görüntüler ve unutulmaz karelerdi. Çarşaflı hanımla, askılı bluzlu hanımın yan yana oluşu, kol kola, farklı yaşam tarzını benimsemiş insanların objektiflerden kaçmayan halleri, farklı dil ve dinlerdeki bireylerin varlığıyla, İstanbul, yani Küçük Türkiye, önemli bir mesaj verdi dünyaya.

Tabii öncelikle içimizdeki müstemlekeler, şayet görebilseydi, alabilecekleri çok ders vardı bu meydanlarda. Fakat onlar yine her zamanki gibi bin dereden su getirmeyi, karın ağrısından kıvranmayı seçtiler.

 

Bir yiğitlik gösterip de, “darbeye karşıyız” diyemediler. Biraz zaman geçince, kem küm, şöyle böyle derken, yine buldular meşrebine uygun cümleyi. “Darbeye de hayır, diktaya da hayır!”  gibi bir cümleyle, hiç durmadan laf sokan huysuz elti, görümce, kayınvalide-kayınpeder profillerini netleştirdiler.

Her şeye burun kıvıran, kimseyi beğenmeyen ama kimseye de bir faydası dokunmayan bu güruh ile mecburen yaşamaya alışacağız. Kendi adıma onları anlamak için, tanıdıklarımla konuşmaya ve istedikleri şeyin ne olduğunu öğrenmeye çalıştımsa da, ortaya konulan gerçekler değil, faraziyeler, paranoyalar ve ideolojik  hapsolunmuşluğun travmatik halleriydi.

Sıkıştıkları yerde saldırı kelimeleri de ceplerinde hazır. Ya troldük, ya satılmış! Son derece öfkeliler ve asla durdukları yerde bir milim yanılma payı bırakmıyorlar. Ne olursa olsun, müzmin takıntıları peşlerini bırakmıyor. Aslında bu takıntının, onlardaki asıl problem olduğunun farkında değiller.

Üstelik çoğu da mürekkep yalamış kişiler, ancak meydanlardan sonra anlaşıldı ki, ehliyeti olmayan çarşaflı kamyon kullanan kadın, okuması bile olmayan yaşlı nine onlardan çok daha feraset sahibiydi.

Yıllarca “devrim” sözcüğünü ağızlarından düşürmediler.  Gezi, provokasyonunda sandılarki başardık! Yapmadıkları rezillik kalmadı. Dükkanlar yağmalandı, iş yerlerinin camları kırıldı, ATM'ler, kaldırım taşları, trafik levhaları ve kamu bina ve araçları, kullanılmaz hale geldi. Bu da onların ruh sağlığını ve şiddeti kutsayan hallerini ortaya koyuyorlardı.

Fakat buna da verecek cevapları vardı: “Onca kalabalık ve insanların olduğu böyle zamanlarda bu tip şeyler olabilirdi!” Bir de gerçek devrimcilere bakalım: Değil bir tek taş atmak, yerde görseler taşı kaldırır ki, kimse takılmasın diye. Kalabalık kitle mi dediniz, bir ülke nüfusuydu sadece Kazlıçeşme'ye gidenler.

Gezi'den sonra "şirinler", bazı parklarda toplanıp akşam sohbetleri yapıyordu ya; yine yapsınlar ve konuk olarak, çarşaflı kamyoncu ablayı ve köprüdeki Safiye Hanımı davet etsinler.

Tankın önüne yatanları, kolu-bacağı kopanları dinlesinler. Ellerinde bira kutuları ile dinleyebilirler mahsuru yok, bakmıyor ablalar kimsenin içtiğine, giydiğine...

Yalnız kusura bakmasınlar, kiminin diploması, kiminin ehliyeti, kiminin cebinde şablon cümleleri yok!

Olsun; onlar, halkı çok severler! Hiç düşürmezler dilinden emek-emekçi söylemlerini ama en çok da maddi manevi onlar sömürür ve küçümserler halkı.

Kim mi bunlar? Aynı ırk, din, dil, mezhep değil ortak noktaları. Nefret, sadece nefret. Kendilerinden, akrabalarından ve ülkelerinden nefret! Aslında kompleks.

Ancak, bunu açıkça ifade edemediklerinden, bir hedefte topladılar takıntılarını. Böylece, bir karşıtları olunca var olduklarını hissedip, kompleksleriyle başa çıktıklarını sanıyorlardı.

Sürekli horlanan, pısırık ve koyun diye tanımlanan insanlar, köprüde tankların üstüne yürürken; nefretleri, bunu bile takdir etmelerine izin vermedi. Hasetlik de eklendi ifadelerine.

Meğer ülkenin sahibi, o sessiz yığınlarmış. Meğer ne yiğitmiş Anadolu insanı. Susması edebindenmiş!

Lafta değilmiş, "devrim", lafta değilmiş sevdası... Toprağını taşını, gözü gibi bilirmiş. Nene Hatunlar gerçekmiş, yalınayak savaşanlar sahiciymiş. Nasıl da asil bir halk besliyormuş bağrında bu topraklar!

Meğer laf olsun diye değilmiş şu cümle: "Mevzubahis olan vatansa, gerisi teferruattır!"

Kim mi bunlar! Aynı ırk, din, dil, mezhep değildi ortak noktaları. Sevgi, sadece sevgi.

Kendilerine, akrabalarına ve ülkelerine duydukları sevgi.

Nefreti, yüreklerine pranga yapanlar;  nasıl bilecekti ki, insanını sevmenin özgürlük olduğunu!


guldalicoskun@hotmail.com