Prof.Dr.Şaban Ali Düzgün ile gerçekleştirilen röportajda önemli İslami akaid ve güncel nasihatler yer alıyor:
 

Son yıllarda Müslümanlar tarihte eşi görülmemiş bir şiddetin hem öznesi hem de nesnesi konumuna düşmüş bulunmaktadır. Şiddet uygulayan da gören de kendileri. Bu süreçte herkes yapıp-ettiğini Kur’an’la meşrulaştırma çabası içinde. Cihad, cihadist yahut yeni adıyla yabancı terörist savaşçılar, intihar bombacılığı gibi konular bir yandan tartışılırken diğer yandan Avrupa’da İslam’ın uzun vadede geleceğini belirleyecek vahim olaylar yaşanıyor. Bütün bunların etraflıca ele alındığı bir röportajı dikkatlerinize sunuyoruz….

Hocam cihad adı altında maalesef Avrupa’da, Ortadoğu’da, İslam Ülkelerinde savaş ve şiddet var. Önce ben İslam’da cihadın tanımını öğrenmek istiyorum.
Prof. Dr. Şaban Ali Düzgün: Cihad kelimesi, cehd/gayret; mücâhede (oto kontrol/ kendini disipline etme), içtihat (sorun çözecek düşünce üretme), müçtehid (mütefekkir âlim) anlamlarının tamamını kapsayan şemsiye bir kavramdır. Bu anlamlarıyla cihad, insanın kendinde sürekli iyi olanı hâkim kılma gayretinin ve karşılaştığı her problemi açık bir zihinle karşısına alıp çözüm üretme çabasının adıdır.
Denilebilir ki bugün cihad denilince bunlar değil de savaş anlamı akla gelmektedir. Cihad’ın savaş anlamı yok mu? Buhari’nin şarihi Aliyyü’l-Kâri’de cihadın küçük cihad ve büyük cihad olarak ayrıldığını görürüz. Küçük cihad savaş için, büyük cihad kişinin nefsiyle mücadelesi karşılığında kullanılmıştır.
Bu son aşamaya yani silahın elde bulunduğu bir aşamaya cihad adı verilmesi hadislerden kaynaklıdır. Kur’an bu son aşama yani savaş durumu için cihad değil kital terimini kullanmaktadır. Kur’an, “size saldırılması durumunda savaşmanıza izin verildi” diyerek savaşın Müslümanlar cephesinde saldırıya değil savunmaya dönük bir çaba olduğunu beyan eder. Zira insanın vatanını, namusunu, temel haklarını, insanlık onurunu vs. korumak için savaşmasından daha doğal bir şey yoktur. Kur’an’ın cihada teşvik ettiğini ama savaşa izin verdiğini düşündüğümüzde iki terim arasında ciddi bir farkın bulunduğunu görürüz. Kital son çare olarak başvurulan bir yoldur. Savunma amaçlı savaşa izin veren Kur’an-ı Kerim, ardından bunun çirkin ve zorlu (kerih) bir eylem olduğunu söyler. Zira savaşta ölmek-öldürmek var, yerinden yurdundan olmak, yersiz yurtsuz kalmak var. Orta Doğu halklarının içinde bulunduğu durumu gözünüzün önüne getirin. Onun için cihad, kerih görülen savaşa/kitale yahut bundan daha da kötü görülen iç savaşa (fitne, Bakara 191) girmemek için her türlü çabayı içinde barındıran farz/zorunlu bir süreç olarak görülmelidir. Buna Kur’an’ın mücadele/diplomasi (Nahl, 125) dediği süreç de dâhildir. Allah bu barış hâlinin bütün insanlık için esas olduğunu ve herkesin gayretini bu yönde seferber etmesini istemekte ve “Ey insanlar! Hep birlikte barışı arayın” (Bakara, 208) demektedir. Bazı bilginler bu ayetteki ‘silm’ ifadesini İslam olarak anlamışlarsa da İmam Matüridî bunu sulh ve barış olarak yorumlamıştır.
Tekrar etmem gerekirse, Kur’an-ı Kerim ister farklı milletlerin birbiriyle savaşını (kital) isterse, bir ülkenin kendi iç savaşını (mezhep, etnik köken vs. sebebiyle yapılan savaş, ki buna Kur’an ‘Fitne’ demektedir) istenmeyen bir hâl olarak görmekte, insan onurunun ayaklar altına alındığı, işkence dâhil her türlü uygulamaya başvurulduğu bu sürecin önünün bloke edilmesini yani cihadı emretmektedir. Ama birileri illa da başkalarının hakkına hukukuna tecavüz etmeyi, yerini yurdunu işgal etmeyi, vs. niyetine koymuşsa ve hiçbir uzlaşma teklifini de kabul etmiyorsa, Allah bunları ‘zalim’ olarak ilan etmekte ve bertaraf edilmelerini istemektedir (Bakara, 193) .
Mekke döneminde cihat ayetlerinin varlığını nasıl anlamalıyız?
Prof. Dr. Şaban Ali Düzgün: Cihat ayetlerinin ağırlıklı olarak Mekke döneminde inmiş olmasından çıkarmamız gereken bir mesaj var aslında. Müslümanların organize askeri bir güç hâlinde bulunmadıkları Mekke döneminde, cihada ilişkin ayetlerin varlığı, az önce ifade ettiğim gibi, cihadın bireysel bir inşa amacı güttüğünü göstermektedir. Allah’a ve peygamberine inanmanın hemen ardından cihadın istenmesini (Saf, 11) böyle okumak gerekir.
Medine, Müslümanların kamusal alanı yahut insanı inşa eden ilkelerin tarihsel bir pilot uygulaması olarak görülürse, Mekke kamusal alana çıkacak olan bireyin eğitilme sürecini yani cihadı/mücahedeyi ifade etmektedir. Mekke döneminde cihadı emreden ayetleri, bir insan gücü yetiştirme stratejisi olarak okumak gerekir. Şu üç terime dikkat çekmek isterim: Mücâhede, Mücadele ve Mükatele.
Mücâhede: Temel dinî/ahlakî/insanî/vicdanî ilkelere bağlı insan gücü yetiştirmek. Terörü ve şiddeti asla diplomasi aracı olarak kullanmayacak bir güçtür bu.
Mücadele/diplomasi: Anılan ilkeler ışığında yetişen insan gücü, farklı din, dil, etnik köken, vs. insanlarla karşılaştığında kullanacağı etkin bir söylem geliştirir. Bu aşamada sözün/kelimenin etkin bir güç olarak kullanılması söz konusudur (Nahl, 125). Bunun modern karşılığı diplomasidir. Unutmamak gerekir ki, peygamberlerin insanlarla ilişkide kullandıkları yegâne ikna silahı kelimeleridir. Kelimelerle/vahiyle/Kur’an’la yapılan cihada Kur’an büyük cihad adı vermektedir (Furkan, 51,52). Cihadın hedefi kâfirler ve müşriklerdir (Tevbe, 73). Savaşın/kitalin/mukatelenin hedefi ise zalimlerdir. Kâfirlerin ve müşriklerin hakikate ikna edilmesi, zalimlerin ise bertaraf edilmesi gerekir. Cihad büyük bir sabrı, kital/savaş ise azmi/kararlılığı gerektirir. Bu kelimelerin beslediği mücadele en derin ihtilafları bile çözebilecek dinî, felsefî, psikolojik, sosyolojik, vs. bir içerik desteğiyle yürütülür. Mücahede ile mücadele arasında doğrusal bir ilişki vardır. Etkin bir mücahede, sonuç alan bir mücadele/diplomasi getirir. Mücadelenin diplomasiyi aşan bir anlamı vardır.
Mükatele/savaş: Mücadeleyle/diplomasiyle çözülemeyen bir mesele sonunda temel insan haklarına, insan onuruna dokunan bir duruma evrilirse Kur’an’ın zulüm dediği hâl ortaya çıkar. Hoşumuza gitmese ve çirkin bir şey olarak tanımlansa da bu hâl savaşı zorunlu kılar (Bakara, 216).
Cihad’a kutsal savaş anlamının verilmesi ve insanları Müslümanlaştırmanın bir yolu olarak sunulması, İslam’ı kılıç dini olarak lanse etmeye çalışan bir algı operasyonunun parçasıdır. Tekrar tekrar vurgulanması gereken şudur: savaş insanları dine girdirmenin yolu olarak asla meşru görülmemiştir. Savaşın iki sebebi var: ya saldırı karşısında savunmadır ya da zulmü ortadan kaldırma eylemidir. Zira savaşı zorunlu kılan haksızlıklar, zulümler, adaletsizlikler var. Bunlara duyarsızlığın ne gibi sonuçlar doğuracağı Hacc suresinin 39. ve 40. ayetlerinde anlatılmaktadır:
“Kendileriyle saldırılanlara zulme uğramış olmaları sebebiyle savaşma izni verildi. Şüphe yok ki Allah, onlara yardım etmeye mutlak surette kadirdir. Onlar, başka değil, sırf ‘Rabbimiz Allah’tır’ dedikleri için haksız yere yurtlarından çıkarılmış kimselerdir. Eğer Allah, bir kısım insanları diğer bir kısmı ile etkisiz hâle getirmeseydi, içlerinde Allah’ın ismi anılan manastırlar, kiliseler, havralar ve mescitler yıkılır giderdi. Allah Kendisine yardım edenlere muhakkak yardım eder. Hiç şüphesiz Allah güçlüdür, Azizdir.”
Mücahede ve mücadele, mukatele’ye/savaşa giden yolun kapatılmasını öngörür. Mücahede ve mücadele, dinin refleksidir; mükatele ise devletin refleksidir. Kastım şu: din bireyi muhatap aldığına göre, ilk iki aşama yani mücahede ve mücadele birey(ler) vasıtasıyla yerine getirilir. Mükatele ise organize bir gücün varlığını gerektirdiği için devlet eliyle deruhte edilir. Bireylerin kendilerinin karar alarak savaşa, tek kişilik eylemlere, açıkçası terör eylemlerine girişmelerinin hiçbir dinî dayanağı bulunamaz.
Birbiriyle savaşan farklı Müslüman gruplarla ilgili nasıl bir tutum takınmak gerekiyor?
Prof. Dr. Şaban Ali Düzgün: Şöyle diyor Kur’an-ı Kerim; eğer iki mümin gurup savaşırsa aralarını uzlaştırmaya çalışın. Eğer bir tanesi uzlaşmaya yaklaşmazsa hepiniz bir araya gelin onu bertaraf edin (Hucurat, 9). Kur’an uzlaşmaya yanaşmayan tarafın Müslüman olmasına bakmadan bertaraf edilmesini istiyor. Uzlaşmayı reddedip insanların katline sebep olma hâlini Kur’an zulüm olarak etiketlemekte, bunda ısrar edenleri de zalim olarak görmekte ve etkisiz hâle getirilmelerini istemektedir.
Peki Işid, Kaide gibi örgütlerin cihad adı altında yaptıkları nedir?
Prof. Dr. Şaban Ali Düzgün: Bunların cihad terimini kullanmaları Kur’an’ı araçsallaştırmaktan başka bir şey değil. Yapıp ettikleri şu dinî/ahlakî ilkeye çarpmaktadır: “Kim bir insanı cana karşılık olmaksızın ya da yeryüzünden fesat çıkarma gerekçesine dayanmadan öldürürse bütün insanlığı öldürmüş gibi olur (Maide, 32). Kaide, Şebab, Boko Haram, Işıd, vb. örgütlerin katlettiklerinin tamamına yakını Müslüman. Sömürgecilikten kurtulmak için milyonlarca kurban veren Müslümanların kolektif hafızalarındaki derin yaraların, onları sömürenlere karşı derin bir hesaplaşma hissini beraberinde getirmektedir. Müslümanların bu hissini doyurma adı altında bu örgütlerin kendi iktidar mücadelelerini verdiklerini biliyoruz.
İslam adına intihar eylemi yapılabilir mi?
Prof. Dr. Şaban Ali Düzgün: Asla ve kat’a. İntihar bombacılığı ilk defa Sri Lanka’lı Hindu Tamil gerillaları tarafından başlatılan bir terör ve tedhiş biçimi. İlke olarak bir müminin intihar etmesi zaten haram. Bu ilke aslında intihar eylemi sürecini başlı başına bloke etme gücündedir. İntihar eyleminde hayatını kaybedenlerin masum insanlar olduğunu düşündüğümüzde, dinin buna hiçbir şekilde geçit vermeyeceği ortaya çıkar. Hangi gerekçeye dayanırsa dayansın bu eyleme dinî bir temel bulmak imkânsız. İslam coğrafyasında intihar eylemlerine girişenler, işgalcileri ülkeden çıkarmak için masum halkın katledilmesinin caiz olup olmadığını uzun uzadıya tartışmışlardır. Onlara göre halkın arasında dolaşan işgalci askerler, masumların varlığını kendilerine saldırı yapılmasını engelleyen bir kalkana dönüştürmektedirler. Bu durumda bu askerlere yönelik saldırıda masum insanların ölecek olması, saldırıyı engellemeli midir? Kaide’nin teorisyenlerinden Ebu Yahya el-Libî’nin bu meseleyi uzunca ele alan bir yazısı var. İbn Teymiye’den alıntı yaparak Libî, bu tür saldırılarda ölenlerin de düşmanla savaşırken ölenler gibi şehit olduğu yönünde bir sonuca ulaşmaktadır. Kur’an’ı ve 1400 yıllık düşünce geleneğini bypass eden tam bir nekrofili/ölü seviciliği hükmü bu.
Hangi şartlarda insana ölüm cezası hükmü verilir?
Prof. Dr. Şaban Ali Düzgün: Maide 32. ayet, başkasını öldürmüş olmayı ve yeryüzünde bozgunculuk/fesat çıkarmayı bir kişinin öldürülmesinin gerekçesi olarak sunmaktadır. Bunlar müessir fiil kapsamında olduğu için ceza ancak devlet eliyle gerçekleştirilebilir.
Peygamber efendimiz birçok savaşta yer aldı. Savaşın nasıl bir hukuku var?
Prof. Dr. Şaban Ali Düzgün: Hac suresinin 39. ayetinin düzenlediği gibi, İslam’ın savaş doktrini savunmaya dönüktür. Müslümanları Mekke’den çıkardıkları gibi Medine’den de çıkarmayı ve hatta köklerini kurutmayı kafalarına koyan müşriklere karşı savaşılmasından daha doğal ne olabilirdi? Hz. Peygamber’in savaşması değil savaşmaması anormal sayılırdı.
Savunma savaşı dışında, ancak zulmü ortadan kaldırmak için savaş yapılabilir. Konuşmamızın başlarında ifade ettim: zulmeden birileri varsa onlara karşı savaş ilan edilebilir. Bunun başka istisnası yok. Örneğin büyük İslam alimi Matüridi, insanlar kâfir oldukları için kendilerine savaş açılamayacağını söyler.
Tarihte Müslümanlar toprak kazandılar. Kendi memleketlerinin dışına yöneldiler. Bunu nasıl anlamak gerekir?Bunun dinle alakası nedir? Din böyle bir şey istiyor mu? Toprak büyütmeyi emrediyor mu?
Prof. Dr. Şaban Ali Düzgün: Asla. Dinin toprak gibi bir talebi yok. Toprak talebi olan devletlerdir; imparatorluklardır. Emeviler, Abbasiler, Selçuklular, Osmanlılar, vs. Din onlara yayılmayı emretmiş değil; onlar devlet olarak böyle davrandılar. Burada İbn Haldun’un şu tespitini hatırlamak gerekir: Kendi sınırları dışına çıkan bir milletin eğer dini yoksa yakıcı yıkıcı barbarlığın ötesinde bir şey yapamazlar. Moğol istilaları bunun örneğidir. Bu durumda İslam, toprak kazanmayı devlet olmanın bir gereği gören devletlerin yumuşak gücü olarak iş görmüş ve savaş hukuku getirerek savaşan insanların bir kıyım makinesine dönüşmelerini engellemiştir. Kadınları ve çocukları öldürmemelerini, ekili alanları yok etmemelerini, ibadet mahallerine dokunmamalarını sağlaması bu kalemlerden ilk akla gelenlerdir. Din bir savaş hukukunu devletin önüne koyarak muhtemel zayiatı minimuma indiriyor.
T. W. Arnold’un sözünü hatırlayalım: “Bazıları Müslüman orduları, güneşin parıltısı altında kan damlayan kılıçlarıyla dörtnala insanların topraklarına giren Araplar şeklinde tanımlamaktadır. Ama bana sorarsanız gittikleri toprağın halkları onları özgürleştirici insanlar olarak kucakladılar. Neden? Çünkü zaten o insanlar ya Perslerin ya da Bizansın sömürge halklarıydı.” Bakarsanız gerçekten Müslümanlar ya Bizansın ya da Perslerin sömürgelerine yöneldiler. Yaptıkları T. W. Arnold’a göre özgürleştirme faaliyetinden başka bir şey değildi. Bunun içindir ki Müslüman ordular, saltanat ordularının dışında halkla hiç karşı karşıya gelmemişlerdir.
İmam Matüri de savaş hukukunu tartışırken, toprak ele geçirmeyi bir devlet aktı olarak tanımlamaktadır. Ama ele geçirilen toprakta insanların isterlerse Müslüman olmalarını kolaylaştıracak şartları sağlamayı, adaleti, paylaşımı ve hakkaniyeti hâkim kılmayı ise dinle ilişkilendirmektedir. Toprak kazanımını dinle ya da cihatla hiçbir şekilde irtibatlandırmamaktadır. Bu meseleyi editörlüğünü yaptığım Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın yayınladığı Matüridi’nin Düşünce Dünyası adlı eserimizde uzun uzadıya tartıştım.
Yani ele geçirilen topraklardaki insanların illa da Müslümanlaştırılmaları gerekmiyor.
Prof. Dr. Şaban Ali Düzgün: Böyle bir şey olmadığına tarih şahittir. İslam Toleransı: Mitoloji mi Gerçek mi? adlı eserinde J. Esposito bunun üzerinde durur ve İslam toleransının bir mitoloji değil gerçek olduğunu söyler.
Fethedilen topraklarda fetih hakkı olarak en büyük mabet camiye çevrilirdi. Onun dışında Osmanlı tecrübesi göstermiştir ki ne Balkanlarda ne de başka yerde insanların mabetlerine dokunulmuştur.
Savaşta kadınlara nasıl muamele edilmeli? Kölelik, cariyelik gibi terimler savaşın zorunlu sonucu mudur? İslam’ın bu konuda düzenlemeleri var mı?
Prof. Dr. Şaban Ali Düzgün: Şöyle bir ayeti kerime var; “Yeryüzünde tam hâkimiyet sağlayana kadar Peygamber’e esir almak yakışmaz” (Enfal, 67). Bu şu demek; savaşın nihai gayesi ne ganimet elde etmek ne de cariye ve köle edinmektir. Savaş zulmeden insanların etkisiz hâle getirilmesini amaçlamalıdır.
Ama savaş esnasında esir düşenler olabilir. Esirlerin savaş süresince alıkonulması sonrasında ise ya karşılıksız ya da tazminat karşılığı serbest bırakılmaları gerekir. Şimdiki terör örgütlerinin yaptığı gibi boyunları vurulmaz. ‘Peygambere esir almak yakışmaz’ ayeti aynı zamanda savaşta esirlerin insan olarak onurlarını muhafaza edecekleri bir muameleye tabi tutulmalarını ister.
Kadınların ve çocukların savaşın en mağdurları olduğunu biliyoruz. Kadınların savaşta cariye edinilmesini dayandıracağımızı bir Kur’an ayeti yok. Hz. Peygamber döneminde esir alınan kadınlarla ya evlenildiği ya da serbest bırakılmak üzere bir süre tutulduğu yönündeki rivayetler sözümüzü teyit etmektedir.
Dinimizde insanları cezalandırma, diyelim ki öldürme konusunda belli bir usulden söz edilebilir mi?
Prof. Dr. Şaban Ali Düzgün: Hayır öyle bir şey yok. Meseleye şöyle bakmak lazım: Eskiden ceza suçluların bedenine uygulanırdı. Geldiğimiz noktada bedene ceza işkence olarak görülüyor. Günümüzde cezalandırma yöntemi bedene ceza uygulamak değil, suçluyu özgürlüğünden mahrum etmek şeklinde uygulanmaktadır. Yani hapis. Şimdi hapsetmenin de insan onuru bağlamında sorun çıkardığını düşünülmekte ve suçlunun rehabilite edilmesi yönünde düşünceler üretilmektedir. Bizim ceza verirken nasıl bir yöntem uygulayacağımız sorusu, Kur’an’ın insan onuru bağlamında söyledikleri, caydırıcılık faktörü ve insanlığın toplam birikimi ve gelişmişliği dikkate alınarak cevaplanmalıdır. Kur’an-ı Kerim insanların birebir nasıl cezalandırılacağı gibi tikel hukuki durumla ilgilenmez. Aksine suçun önlenmesine ve caydırıcılığa yönelen daha üst bir söylemde bulunur. Kur’an’ın muhatabı olan insan, bu üst ahlakî söylemi dikkate alır, toplumsal durumu göz önünde bulundurur ve ona göre hükmünü koyar.
İslam’da düşünce özgürlüğünün sınırı nedir? Özgürlüğün getirdiği bir sorgulama ve eleştiri kültürü var mı? Buna nereye kadar müsamaha gösterilebilir?
Prof. Dr. Şaban Ali Düzgün: Dinin insanları zihinlerindeki tortularından ve üzerlerindeki ağırlıklardan özgürleştirmek üzere geldiğini (A’raf, 157) ve bunu yapmaya indiği ortamın dogmalarını eleştirerek başladığını düşündüğümüzde, dinin en temel iki özelliği ile karşılaşırız: bireyi özgürleştirme ve eleştirinin/sorgulamanın önünü açma.
Dinin kurumsallaşmasıyla, maalesef ‘özgürlük’ ve ‘eleştiri’ kelimeleri dindarların – hem yöneticisi hem de halkıyla – pek hazzetmediği kelimelere dönüştü. İslam düşünce tarihinde, eleştiri bir tarafa sırf düşüncelerinden dolayı ipe çekilenler azımsanmayacak sayıdadır. Eleştiri ve sorgulama otoriteye yönelir. Bu otorite yerine göre devlet yerine göre din olmuştur. Böyle olunca da Doğu’da devlet, Batı’da ise hem devlet hem de kilise özgür düşüncenin karşısına dikilmişlerdir. İfade özgürlüğü dediğimiz şey otoriteye karşı düşüncenin açık bir şekilde dile getirilmesini korumaya almaktadır. İnsan olmak, düşüncesini özgürce ifade edebilmenin ön şartı olarak görülmelidir. Düşüncesini açıklama (beyanda bulunma) insana verili bir kudrettir ve kendisinden istenilen bir şeydir (Rahman, 4), engellenmesi ilahî iradenin maksadına terstir.
Eleştiri içeren bir düşünceye karşı nasıl bir tutum takınılacağını da ilkeler üzerinden tahlil edelim. Mümin Suresinin 28. ayetinde öne çıkarılan bir davranış ilkesine işaret etmekte yarar var. Ayet Firavun hanedanlarından mü’min bir insanın ağzından bize bir prensip sunmaktadır. Anılan bu zat diyor ki: “… Bize gelen bu adam şayet yalan söylüyorsa, yalanı kendisine aittir. Doğru söylüyorsa o zaman da ondan yararlanırız.” Kur’an bu prensiple ‘sözün kim tarafından ve ne amaçla söylendiğine değil, hem sağlayacağı fayda’ya odaklanmamızı istemekte hem de söz söyleme hakkını sadece birilerinin tekeline vermeyi reddetmektedir.
İfade özgürlüğünün temeline buna ek olarak köpük yasası olarak kavramsallaşan ayeti de yerleştirmek gerekir: “… yağmurdan sonra köpük gider, kum kalır (Ra’d, 17).” Yani söylenilen hakikat ise kalır ve herkes ona kulak verir değilse zaten unutulmak kaderidir, çeker gider. İnsanlar düşüncelerini özgürce dile getirebilmelidirler. Bunu bloke eden bir kanun gücü olmamalıdır.
Şüphesiz hakareti düşünce ve ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirmiyorum. Dinî açıdan bakarsanız hakaret meselesi ahlakî bir konudur, hukukî değil. Kutsala hakaret eden yahut dinden çıktığını ilan eden birine Kur’an ne öngörmektedir dersiniz? Hiçbir şey. Böyle biri tekrar aranıza dönerse ona kucak açın denilmektedir.
Bir korku kültürü geliştirerek, insanların özgür bir şekilde düşüncelerini seslendirmeleri engellenmemelidir. Dinde ve dinî gelenekte ilk sorgulamayı yapan Allah’tır. Gönderdiği peygamberleri de, peygamberlerin geride bıraktığı mirasa ümmetlerinin ne yaptığını da sorgulayan da O’dur.
Dinin dogmatik bir kabul olmadığını, her türlü sorgulamayı kaldırabilecek bir iç tutarlılığa ve aklîliğe sahip olduğunu kabul eden bizler için eleştiri karşı çıkılacak bir şey değil. “Bu Kitap kendinde hiçbir tutarsızlık barındırmaz” (Bakara, 2) ayeti, dinin içinde sorgulanamayan, sorgulandığı zaman tutarsızlığı ortaya çıkacağından korkulan bir hususun bulunmadığını gösterir.
Din salt üzerimize giydiğimiz bir kimlik değil, aksine bir hakikat arayışıdır. Buradan çıkan sonuç şudur: Dinin kendisi sorgulamayı ve eleştiriyi teşvik eder ki dine bindirilen tortular ayıklansın ve her zaman halis formunda korunabilsin. Din böyle açık bir zihni talep eder. Bu zihin yapısı, devralınan mirası; oluşumunu tamamlamış, yedeğine girilecek ve eklemlenilecek bir norm kaynağı olarak değil, oluşmaya devam etmekte olan dolayısıyla mensuplarından katkı bekleyen bir inşa süreci olarak görür. Bu inşa sürecinde kendisine kadar gelen külliyatı da herkesi bağlayan, eleştiriye kapalı bir kaynak olarak değil akıl, vicdan, tecrübe gibi objektif kriterlerle değerlendirilmesi gereken bir haber olarak alır ve Kur’an’ın ”Bir sözü/haberi dinleyip en güzeline uyanı müjdele” (Zümer, 18) ilkesini öncelikle bu geleneğe uygular.
Düşünce ve ifade özgürlüğünün de bir ahlakı olduğunu eklememiz gerekir ama. O da şudur: İnsanlar ifade özgürlüklerini kullanmak istiyorlar ama bir düşünceye sahip olmadan. Ya da düşüncesinin yanlış olma ihtimalini hesaba katmadan ve bunun muhasebesini yapmadan ifade etme özgürlüğümü kullanalım diyorlar. İfade özgürlüğünün de bir ahlakı olması gerektiği açıktır.
Devlet bu inanç hassasiyetini dikkate alarak kutsala hakaret konusunda tedbirler almalı mıdır?
Prof. Dr. Şaban Ali Düzgün: Dediğim gibi, Kur’an inanca saygı gösterilmesini istemektedir. Dine ve kutsala hakareti devlet suç olarak değerlendirebilir. Bir hakaret varsa bunu kovuşturacak olan da devlet olur. Bireyler bundan vazife çıkarıp eylemde bulunamazlar. Yahudi karşıtlığını suç sayan, ama Müslümanların değerlerine hakareti ifade özgürlüğü kapsamında değerlendiren Batı’nın bu çifte standardı insanları bireysel inisiyatif almaya zorlamaktadır. Buradaki açmazı görmek lazım.
Peygamber Efendimizin resmedilmesi fesat mıdır?
Prof. Dr. Şaban Ali Düzgün: Kur’an-ı Kerim’in Hicr suresi, 95. ayeti Hz. Peygamber’i alaya alanlara karşı takınılması gereken tutumu dile getirmektedir: ‘Seninle alay edenleri sen Bize bırak.’ Nisa suresinin 140. ayeti ise Allah’ın ayetlerini inkâr ve alay konusu yapanların bulunduğu meclisi terk etmeyi, onları yok saymayı istemektedir. Bu tiplere karşı ya sözün gücüne başvurulacak ya da pasif bir direniş sergilenecektir. Şiddet içeren bir eylemi Kur’an’la temellendirmenin imkânı yok. Her şeyi şiddetle çözme eğilimi içgüdüsel ve duygusal bir reflekstir; bundan vazgeçmek gerekir. Makul örnekleri çoğaltarak insanların önüne model olarak koymak gerekir. Filistin’li karikatürist merhum Naci el-Ali’yi hatırlayalım. Filistin davasını çizgileriyle dünyaya duyuran bu sanatçıya İsrail daha fazla dayanamadı ve Londra’da infaz etti. İsrail’i bir sanatçıyı infaza götüren nasıl bir korkudur, düşünün. Onun için cihadı şiddeti önleyen bir gayret ve eylem olarak düşünelim diyorum. Peygamber’e istihza etmenin cezası onu Allah’a havale etmektir bilgisi, cihattır örneğin. Neden? Çünkü böyle bir bilgi, Müslümanların başını belaya girmekten kurtarır ve onlar için uzun erimli şer planları yapanların tuzağını boşa çıkarır.
Ama Hz. Peygamberin karikatürlerini yapanlar ve yapılmasını el altından destekleyenler çok daha büyük bir politika yürütüyorlar kanaatimce. İşin görünen tarafı ile görünmeyen yönünü birlikte düşünüp iki katmanlı analiz yapmak gerekir. Peygamberimizin karikatürünü basan ve yayan dergiler dâhil Avrupa’da İslam aleyhine açılan kampanya, Yahudi soykırımından önce Yahudilere karşı nefreti zirveye taşıyarak Alman kamuoyunu bu kıyıma hazırlayan Der Stürmer (Saldırgan) karikatür dergisinin rolüne benzer bir rolü üstlenmiş gibi görünüyorlar. Bu zamanda Avrupa’da Müslüman avı mı yapılacak, demesin kimse. 17. ve 18. yüzyıl felsefe ve sanatının zirvesini gören ve herkesin hayranlığını kazanan Almanya’nın nasıl olup da soykırım yapabildiğinin şaşkınlığını yaşayan ve açıklamaya çalışan yüzlerce eser var. Srebrenica’da Hollanda askerlerinin gözetimindeki soykırım daha dün yapıldı. Diyeceğim o ki, Avrupa’da İslam’ın ve Müslümanların geleceğine ilişkin Avrupa’nın uzun vadeli politikası pek de iyimser değil.
Bu mücadelenin önemli bir kısmı zamanın ruhuna uygun olarak semantik bir zeminde yürütülmektedir. Semantik zeminde kelimeler üzerinden yaratılan algıyla İslam’ın ve Müslümanların küresel ölçekte nasıl mahkûm edilmeye çalışıldığını hepimiz görmekteyiz. Bütün bu algı operasyonlarının sonucunda Avrupa Irkçılık ve Yabancı Düşmanlığı Gözlem Merkezi’nin (EUMC) raporuna göre Müslümanlar İngiltere, Hollanda, İsveç ve Danimarka gibi ülkelerde gittikçe artan fiziki saldırılara maruz kalmaktadırlar. Avrupa’da 11 Eylül saldırılarından sonra yabancılara saldırının on üç kat arttığı rapor edilmektedir.
Pekiyi hocam Müslümanlar Peygamber efendimiz resmedildiği için incindiler. İncinen Müslümanlar nasıl tavır almalılar? Ne yapsınlar, sussunlar mı?
Prof. Dr. Şaban Ali Düzgün: Dediğim gibi buna iki türlü tepki verilebilir. Ya susmak yani yok saymak (Hicr, 95) ya da tepkiyi sözlü olarak dile getirmek (Nisa, 148). Nisa suresinin 148. ayeti, bir insan zulme uğrarsa, bunu açık bir şekilde dile getirme hakkına sahiptir, der. ‘Dile getirme’ ifadesi kavl olarak geçiyor ayette. Kavl sözün dile getirilebileceği her platformu temsil eder. Protesto yürüyüşleri, parlamentolar, vs. Konuşmamızın başından beri altını çizdiğim bir şey var: Dinin/Peygamberin ve tabi ki onun ümmetinin bu tür durumlarda kullanacağı silah kelimelerdir, başka bir şey değil. Allah bize kelimeleriyle ulaşıyor. Hz. Peygamber bize kelimelerle ulaşıyor. İnsanları ikna eden kelimelerdir. Bizim mücadele aracımız da kelimelerdir. Biz kralın tebası değiliz. Onların silahı kılıçtır. Kitab’ı olan insanlar kendilerine de başkalarına da kelimelerin gücüyle ulaşsınlar.
Bir başka husus bu karikatürlere malzeme sağlayan kültürel birikimimizi de yeniden hesaba çekmemizin gerektiğidir. Kur’an’ın ideal bir yaşama kaynaklık edecek ortak iyinin (teârüf) birlikte inşa edilmesini istediği insanları ötekileştiren, ülkelerini daru’l-harb olarak gören bir kültürel arka planın, birlikte yaşamaya ne kadar imkân verip vermediğini Batıdan önce biz sorgulayalım. Batının Müslümanlardan endişe duymasına sebep olan ne varsa, bu tortuları önce açık yüreklilikle bizim önümüze alıp tartışmamız lazım. Batı’nın sömürgeci geçmişi, şu anda İslam coğrafyasının farklı bölgelerinde askeri amaçla bulunuşları ve Avrupa ya da Amerika’da yaşayan Müslümanlara uygulanan kültürel şiddet bütün açıklığıyla seslendirilmelidir tartışmasız. Ama çaresizliğin ittiği bir kaba güç, büyük bir dinin varisleri olan ve büyük bir kültürel birikimin üzerinde oturan Müslümanların başvuracağı bir yol değildir. Onun için Batı’da yaşayan Müslümanlar yürüyüş yapacaklar, parlamentolarda kendilerini dile getirecekler ama asla teröre bulaşmayacaklar.
İslam âlimlerinin bu konuda sorumluluğu var mı? Biraz zayıf mı kaldılar İslam dinini anlatma anlamında? Kendi Peygamberimizi, kendi kutsalımızı Avrupalılara anlatma anlamında biz Müslümanlar zayıf mı kaldık?
Prof. Dr. Şaban Ali Düzgün: Hz. Peygamber batıda en fazla bilinen ve okunan isimlerdendir. Toledo koleksiyonu marifetiyle 1042 gibi erken bir tarihte Hz. Peygamber doğru bir şekilde Batı’ın bilgi havuzuna aktarıldı. Ama orta çağ boyunca kasıtlı olarak Hz. Peygamber’le ilgili çok negatif bir portre çizildi. Bağdat’ta heykelinin bulunduğu ve Müslümanların ona taptığı gibi uydurmalarla Batı insanının zihni dolduruldu.
Şunu unutmamak gerekir, İslam’ın Hıristiyanların hâkim olduğu topraklarda yayılmış olması, Batı’nın en büyük sancısıdır. Onun için islamofobi farklı formlarıyla tarihte hep var olagelmiştir. Dante İlahi Komedya’da Hz. Peygamber’i ve Hz. Ali’yi cehenneme yerleştirmesinin sebebini açıklarken, Hıristiyanlığa ve Hıristiyanlara yaptığını gerekçe gösterir. Büyük bir tartışma geleneği var iki dinin mensupları arasında. Hem edebi hem teolojik boyutta. Abdülhak Hamid Tarhan’ın Tayflar Geçidi şiirinde Sadî-yi Şirazî’nin diliyle Dante’ye cevap vermesi de bu tartışma geleneğinin bir parçasıdır.
Muhammed’in elinde kılıcın ne işi vardı? Eli kılıçlı peygamber mi olur? gibi itirazlar Hıristiyanlarca yüksek sesle dillendirildi. Bunun cevabını K. Amstrong Muhammed adlı kitabında veriyor. Amstrong’a göre, peygamberleri çarmıhta can veren ve bunun ezikliğini yaşayan Batılıların bu sözleri, Hz. Muhammed’in tarihte eşi bulunmaz başarısına karşı kıskançlıklarının ifadesinden başka bir şey değildir. Benzer bir iddiayı T. W. Arnold da dile getirir. Bu ifadeleri, kendi yönetiminde bir devleti organize eden, birbiriyle çatışan kabileleri bir araya getirip bir sinerji oluşturarak Pers ve Bizans’ın sömürgesi altında inleyen insanlara hürriyet dağıtan kurtarıcı Hz. Muhammed’i kıskanması olarak görmek gerekir.
Hıristiyanlığın Kudüs’de doğup büyüdüğü, Üniversiteye ise Anadolu’da gittiği seslendirilir Batı’da. Anadolu onlara göre beş azizin ve İncil’de anılan yedi kilisenin yurdudur. Bu coğrafyanın Müslümanların elinde bulunması Batı’da hep bir rövanş hissi yaratmıştır. Öte yandan Batı’nın aydınlanma düşüncesi aracılığıyla Yahudi-Hıristiyan düşünce geleneğini derinden sekülerleştirdiği Avrupa’ya, Müslümanların kendi ham değerleriyle müdahil olmaya kalkmaları onları derinden endişelendirmektedir. Avrupa’daki Müslümanların rafine hâle gelmemiş, tartışılmamış, düşüncelerini dile getirmeleri ve pratize etmeleri, eleştirel düşünce geleneğinin varisleri olan Batılı zihin için büyük bir meydan okuma içermektedir. Şu anda Batı’da İslam düşmanlığının en temel gerekçelerinden biri bu meydan okumadır.
Siz bir din âlimi olarak, dünya barışı için Müslümanlara ne öneriyorsunuz?
Prof. Dr. Şaban Ali Düzgün: İnsan düştüğü yerden kalkar derler. Müslümanların bilgiyi ve bilimsel zihniyeti terk etmeleri, düşüşlerindeki en büyük etkendir. Bilginin göç ettirildiği İslam coğrafyasında meydana gelen boşluğu şiddet doldurdu. Neler yapılabileceğine gelince;
İlk olarak bilginin yönlendirici gücüne inanmak gerekir.
İkinci olarak, insanlar dindarlıkla özgürlük arasında bir ikilem yaşamamalıdırlar. Dinin bireyi muhatap aldığı gerçeği keşfedilmeli ve her bireyin kendini özgür hissetmesini sağlayan bir din dili geliştirilmelidir. Toplumu tepeden inşa eden, buyurgan bir dille bireyi büyük çoğunluğa uydurmaya çalışan davranış alışkanlığından vazgeçmek gerekir. Namaz vakti geldiğinde elindeki kırbaçla insanları camiye girmeye zorlayan uygulamalar var bugün İslam dünyasında.
Üçüncü olarak çoğulculuk ve tolerans kültürü geliştirilmelidir. Müslümanların gayr-ı Müslimlere gösterdiği toleransı birbirlerine göstermediklerine tarih şahittir. Hepimiz biliyoruz ki Müslüman dünyadaki kavga ve gürültünün oksijeni mezhep farklılıklarıdır. Bunun üstüne bir de iktidar kavgasını ekleyince buyurun size iç savaş. İnsanlar kendilerini tarihin yükünden kurtarmalıdırlar. Şii’si, Sünni’si, Alevi’siyle bütün kesimlerin tarihe dönüp baktıkları zaman yasını tutacakları olaylar var. Hiç kimse bu kayıtlara dönüp bakmamalıdır. Haşr suresinin 10. ayeti tarihe nasıl bakmamız gerektiğini bütün açıklığıyla anlatmaktadır. Biz önümüze, irademizle ve ellerimizle inşa edeceğimiz kendi gerçek tarihimize odaklanmalıyız. Kur’an-ı Kerim’in geçmiş olayları/kıssaları anlatmasının mantığı burada yatar.
Bir başka nokta farklı Müslüman grupların ‘ben’ ve ‘öteki’ algısıdır. Burada bir sorun yaşadığımız, gün aydınlığı kadar ortadadır. Tek bir doğruyu mutlaklaştırıp, onunla örtüşmeyenleri mahkûm etmeye çalışmanın bilgi ahlakıyla uyuşmadığını kabul etmek gerekir. Tek tipleştirme eğilimi nihayetinde düşünce faşizmini doğurur. Dinin asla böyle bir tek tipleştirme talebi yoktur.
Gayr-i müslimlerle ilişkimizi de yeniden gözden geçirmemiz gerekiyor. Dünyanın koca dağlar arasındaki yaşam alanlarından oluşan bir yer olarak görüldüğü eski dönemlerde, muhtemelen atalarımız kendilerini diğer insanlardan bu dağlar ve vadilerle ayırıyorlardı. Kendilerini ayırdıkları bu ötekilerle ilişki biçimleri, ya fethetmek ya da uzak durmak gibi farklı şekillerde tezahür etmiştir. Artık dağlar ve okyanuslar insanları birbirinden ayırma kudretine sahip değil. Görünen bu coğrafi engellerin yerini, insanların başkalarıyla iletişimini ve işbirliğini bloke eden zihniyet bariyerleri aldı; ve maalesef, bu görünmez engelleri aşmak, öncekileri aşmak kadar kolay değil. İnsanlar başkalarıyla ilişkilerini, hala, eskiden olduğu gibi, tahakküm, asimilasyon, fetih, işgal gibi terimler üzerinden kuruyorsa, insanlara binlerce yıldır önderlik eden peygamberlerin mesajı hedefine ulaşamamış demektir. Hz.Musa’nın, Hz.İsa’nın Hz.Muhammed’in mesajına kulak veren insanlarla, tek amacı başkalarını boyunduruk altına almak olan ve hiçbir ahlaki kaygı gütmeyen kralların ardına düşenler arasında bir fark olması gerekmez mi? Bu soruya verilecek cevap, yaşadığımız dünyada farklı din mensupları arasındaki ilişki ahlakını yeniden gözden geçirmemizi gerektirmektedir. Dinler, geliştirecekleri modellerle, insanlar arasındaki ilişkiyi, birbirine hükmetme modelinden işbirliği modeline çevirebilmelidirler. Dinlerin yaşanan zamanın ruhu olabilmelerini, müminlerin de yaşadıkları çağın vicdanını temsil edebilmelerini mümkün kılan bu sorumluluk bilincidir.
Uluslararası hareketliliğin fazlasıyla arttığı ve homojen dini bir gruptan oluşan bir ülkenin bulunmadığı günümüzde, böyle bir yaşam tecrübesine muhtaç olduğumuz açıktır. Eskiden Müslüman olarak tanımladığımız ülkeler içinde şimdi Hıristiyanlar, Hıristiyan olarak tanımladığımız ülkeler içinde de Müslümanlar kitleler halinde yaşamaktadırlar. Katolikliğin merkezinde (Roma) devasa bir cami, Müslüman ülkelerde ise kiliseler boy göstermektedir. O halde, dinler arasındaki ortak temalar, sadece dinlerin ana doktrinlerini değil aynı zamanda ortak yaşama kültürünü de dikkate alan bir söylem geliştirmelerinin zorunluluğunu ortaya koymaktadır. Ama bunun çok da kolay olmadığını söylemek gerekir. Zira sömürgecilikten kurtulmak için milyonlarca kurban veren Müslümanların kolektif hafızalarındaki derin yaralar, onların Avrupa’ya entegrasyonunu doğal olarak zorlaştırmaktadır. Filistin, Irak, Afganistan, Çeçenistan, Bosna gibi coğrafyalarda Amerika’nın ve Batı’nın sebep olduğu katliamlar da bu hafızaya yeni yaralar eklemektedir. Bütün bunlarla birlikte Batı kaynaklı bu olumsuzluklara yüksek sesle itiraz eden ve Müslümanları yargılamayı değil anlamayı önceleyen sağduyu sahibi Batılıların varlığı da unutulmamalıdır. Müslümanların radikalleşmesini Bush’un Irak saldırısına bağlayıp neo-con’ları şiddetle eleştiren Londra’nın eski belediye başkanı Ken Livingston’un bu sözleri aslında akl-ı selim sahibi Batılı entelektüellere tercüman olmaktadır. (BBC News on line, London -13 Eylül, 2005).
Ama Batılı zihnin bu söylemin çok daha ötesine geçen bir metodoloji farklılığına ihtiyaç duyduğu açıktır. Bu kalemden olmak üzere, eskiden İslam ve Batı yahut Müslümanlar ve Batı şeklinde yapılan kategorik ayrım yerini, Batı’da İslam veya Batı’da Müslümanlar şeklinde bir entegre kullanıma bırakmalıdır. Müslümanları kendi topraklarında azınlık olarak gören ve onların dinlerini, kültürlerini oryantalist zaviyeden inceleyen Batılı akademisyenler, çalışmalarını hızlı bir şekilde antropolojik araştırmalara kaydırmak durumundadır. Şüphesiz bunu yaparken Andew Hussey’in French Intifada adlı eserinde kullandığı gibi suçlayan ve küçümseyen bir dil ile değil tabi ki. Fransa ile sömürdüğü Arapların şimdi Fransa’da nasıl bir hesaplaşma içine girdiklerini göstermeye çalışan Hussey’in çalışması meseleyi antropolojik (bir insan sorunu) olarak temellendirmesi açısından önemlidir. Ama kullandığı dil, son derece itici ve provokatiftir. Batılı entelektüeller, Müslümanları yargılamayı değil anlamayı, kurulması gereken ilişkinin omurgası olarak kabul etmelidirler.
İnsan odaklı sosyo-ekonomik, politik sorunları din üzerinden analiz etmenin hiçbir sonuç vermeyeceği görülmelidir. Müslümanları şimdiye kadar yabancı yahut göçmen olarak tanımlayan Batı, onları kendi medeniyetlerinin geçmişteki kurucu unsurlarından biri olarak kabul etmelidir. Endülüs’te 800, Sicilya’da 250 yıllık Müslüman varlığının Avrupa’nın medeniyet karakterine kalıcı etkisi unutulmamalıdır. David Levering’in God’s Crucible: Islam and the Making of Europe, 570-1215 adlı eserinde Müslümanları Avrupa medeniyetinin öncü ilk dalgası olarak tanımlaması boşuna değildir.
Dinler, farklı coğrafya ve kültür ortamlarında ortaya çıksalar da, peygamberlerinin mesajı, ‘ortak payda’larla insanların ‘ortak algı’sına hitap etmiştir. Dini mesajdaki bu ‘ortak hedef’, din mensuplarının karşılaşmasını bir çatışmaya değil, aksine işbirliğine yöneltmenin başlangıcını oluşturur. Bu ortak payda etrafında birleşerek herkes için daha iyi bir dünya idealinin talipleri olmak herkesin hayrına olacaktır.
Teşekkürler hocam.
 
Röportaj: Nursel Tozkoparan